Mağara Dönemi, Tarım, Kültür

Mağara döneminde ateşin bulunması ile insanlığın evrimi yavaşlamaya başladı. Tıp biliminde son 100 yılda olan gelişmeler ise evrimi iyice sıfırladı. Çatalhöyükte yaşayanların ömrü 30-35’i geçmezken biz artık 80-90 gidiyoruz.

İnsalık tarihinde evrim yavaşladı fakat bu arada gelişen başka bir şey var. O da kültür. İnsanlık kültürünü oluşturmaya başladı. Gerçi hala kültürsüz tipler de var. Onlara zaten ne evrim ne de kültür yaramıyor.

Son 3 milyon yıldır insanlık doğa ile değil kültür ile şekillenmiştir.

Öte yandan insanlık dik yürümeye başladığından beri o kadar fazla tür yok oldu ki bir kaç milyon yıl sonra arkeologlar meteor filan çarptı herhalde diyecekler. Çünkü bu kadar türün bir anda yok olması ancak meteor gibi bir şeyle olmuş olabilir, insanlığın salaklığı olamaz.

Taş devri, avlanma teknolojisinin ilerlemesi ile son buldu. Daha iyi mızraklar, oklar, kapanlar insanlığın daha fazla yiyecek elde etmesine neden oldu. Gıda fazla olunca kıçı rahata eren insanlığın yapacağı tek iş üremek tabii ki. Üreyince nüfus arttı, kabileler kendi kültürlerini oluşturmaya başladı. Hikayeler, efsaneler, inanışlar, totemler, tanrılar, sosyal yapı, sınıflar, yönetim, yasama, yürütme gibi bir dizi sistem bu kültürün bir parçasıydı.

Buzdolabı da yok, bu kadar eti nereye koyacağız?

Kültür bu şekilde yapılanırken ortaya medeniyet çıkıyor. Köyler, şehirler, sınırlar, dış ilişkiler, iç ilişkiler, yönetim ve her zaman yönetimin bir parçası olan din. Din olmadan insanları bir araya toplayıp gaza getirmenin mümkün olmadığını tepedeki yöneticiler çok iyi kavramıştı. Gaza gelmeyen toplum savaşa filan girmezdi. Dinler arası savaşları çıkartmak imkansız olurdu. Bu da yönetimin işine gelmezdi.

Medeniyetin bir parçası olmak insan için bir gurur kaynağıydı. Medenilik ve kabile hayatı birbirinden çok farklıydı. Kabileler yabani tiplerdi, medenilik ise çok üst bir sınıftı. Medenilik kendini ahlaki açıdan o kadar iyi donatmıştı ki, güçsüz kabilelere savaş açıp herkesi öldürüp ırzına geçmek, kadınlarını, ekinlerini yağmalamak meşru hale getirilmişti. Bu tabii din ile yapılıyordu.

Ama medeniyet aynı zamanda sanatı da oluşturdu. Edebiyat, müzik, heykelcilik, filozofi, bilim gibi medeniyeti gerçekten anladığımız anlamda medeniyet yapan şeylerin de ortaya çıkmasına neden oldu. Medeniyetin bence tek işe yaradığı alan bu.

Çok geriye gitmeye gerek yok, geçtiğimiz yüzyıllara baktığımızda sözüm ona medeni toplumların yaptıkları inanılmaz. Dinden uzaklaştı diye cadılıkla suçlanan kişilerin yakılması, Nazilerin ölüm kampları, Romalıların haçlı savaşları, Azteklerin tanrılara kurban ettiği insanlar hep medeni saydığımız toplumların işi. Kabilelerde böyle salak işler yok. Ha bir de yeni keşfedilen kıtalardaki yerel toplumların ortadan kaldırılması işi var; ne de olsa onlar ilkeldi ve yeni gelen medeniyetle uyuşmazlıkları vardı. Ayrıca yeni gelen kişilere toprağı rahat kullandırtmıyordu kabileler.

Koltuk kaybetme korkusu ölüm korkusunu geçmiş. Yönetimlerin koltuk için yapmayacağı hergelelik, itlik yok. Halen daha İstanbul sözleşmesi için uğraşıyoruz. Başkasının yönetimden daha güçlü olması kabul edilebilir bir şey değil ve kafası ezilen çok kişi var.

Şimdi kim daha medeni? Kabile hayatında yaşayan toplumlar mı yoksa sözüm ona medeniyet kurup saltanatını garanti altına almaya çalışan ve bu arada halkına eziyet eden toplumlar mı?

Ha kabile hayatı da kolay değil tabii, şamanla zıt gidersen sıçtın. Ya da o gün avdan elin boş döndüysen; neyse biz de seni yeriz. Hadi bakalım.

Neyse konumuza dönelim.

Homo Sapien yani taş devrinin bitmesiyle yayılmaya başlayan Cro Magnon tür, Afrika’dan çıkıp Avrupa’ya doğru yayılmaya başladı. Bu arada Avrupa’da yerleşik Neanderthal türünü tarihten sildi. Buzul çağı da bitmiş, buzullar kutuplara kadar gerilemişti. Ortalıkta çok fazla gıda vardı. Hem hayvanlar hem insanlar için.

İsmail saplasana mızrağı olm, bütün işi ben yapıyorum lan

Çok büyük hayvanlar kolay avdı. Çevik değillerdi. Bir mamut veya kıllı gergedan sürüsünü uçuruma kadar sürüp yardan aşağı atmak 10 kişilik bir grupla mümkündü. Bir Vosvos kadar büyük kaplumbağalar ve Armadillolar, dev mamutlar, at kadar büyük rakunlar tarihden hızlıca silindi. Bu avlar için gereken mızrak uçları çok büyük, taşıma için kullanılan araçlar filan hep büyüktü.

Glyptodon – Eti sert ama slow cooker ile iyi olur

Tarihte ve bilim kurgu filmlerinde her zaman gördüğümüz gibi istilacılar gelip önce yerlilerin sonra flora ve faunanın icabına bakmışlar.

Fakat Karadeniz kıyılarında yaşayan Amazonların, Avustralya yerlileri Aboriginal halkının, Afrika’da yaşayan Kalahari insanlarının, Kuzey kutbunda yaşayan Inuitlerin, Japon adalarında yaşayan Aynu insanlarının, Yeni Zelanda’da yaşayan Maori halkının çok farklı yaşam biçimleri vardı. Bu kadim toplulukların yaşadığı çevreyle uyumlu, zevk için öldürmeyen, toprağı, denizi, havayı ve bunların içinde yaşayanları çok farklı algılayan bir kültür yapısı vardı. Neanderthal’lerin bile son kazılarda çıkan bulgularla sandığımızdan çok fazla sofistike yaşadıkları düşünülüyor.

Tabii her göç olayının sonunda olduğu gibi savaş aletleri, sayısı ve gücü fazla olan toplum ki bu genelde sonradan gelmeler oluyor, oranın halkını ya ortadan kaldırmış ya da asimile etmeyi başarmış.

Avcılık teknolojisinin ilerlemesi daha fazla gıda demekti ve akabinde daha fazla bebek. Nüfus çoğalınca daha fazla avcı gruba katıldı. Bu arada boş durmayan kadınlar etrafta toplanacak ne varsa talan etti.

İlkel dönem av silahları

Nüfusun artması, avcıların çoğalması, çevredeki gıdanın hızla tükenmesine neden oldu. Öyleki pek çok türün soyu tükendi. Artık öyle bir aşamaya gelindi ki avcılık ve toplayıcılık kabile halkını doyuramamaya başladı. Sürek avları artık çok uzun sürüyordu. Av silahlarının küçülmesinden anlıyoruzki artık mamut yerine tavşan filan avlanıyordu. Bu kadar avcı baskısından hayvanlar da evrim geçirerek önlemini alıyordu. Daha derin yuvalar veya ulaşılması güç, dağ tepelerine yuva yapıyorlardı.

Herkes akıllanıyordu.

Bu arada kadınların topladıkları meyve, sebze ve tohumların yenmeyen kısımları kabilenin hemen yanındaki çöp yerine atılıyordu. Burada belkide tarihte bir dönüm noktası olacak bir şey oldu.

Atılan tohumlar büyümeye başlamıştı. Bazıları eciş bücüş ama bazıları çok büyük ve sağlıklı görünüyordu. Bu iyi görünümlü bitkiler toplanarak tüketildi.

Asgari ücretle yaşamaktan sıkılan bir grup Üsküdarlı dağa yerleşti. (Resim şu siteden alınmıştır)

Hatta bu büyüyen bitkileri yemek için hayvanlar gelmeye başlamıştı. Gelen hayvanlar yakalanıp afiyetle yendi. Ama bazı hayvanlar yenmedi. Yavrusu ile gelmiş bir keçinin yavrusu bir kafese kapatılıp büyümesi için beslendi ki daha fazla et versin.

Olayın farkına varan kabile halkı artık tarım ve hayvancılık olayına adım atmış oldu. Tohumlar ayrıldı, evcil hayvanlar çeşitlendi. Mamutların peşinden deli danalar gibi koşmaktan çok daha basitti bu yöntemle gıda yetiştirmek.

Olayın basitliği ölçeğinin hızla büyümesine yol açtı. İnsanlık ikinci defa bolluk içinde gününü gün edip yiyip içip sıçıyordu. Ha bir de bebek yapıyorlardı. Nüfus ilk oraya geldiklerindeki gibi ikinci bir patlama yaşadı. Fakat bu sefer tarım ve hayvancılık bilgisi de beraberinde büyüyor ve gelişiyordu.

Mezopotamya – Orası da çok bozuldu artık, eski Mezopotamya kalmadı.

8 ile 10bin yıl önce genel olarak tarımın birbirinden bağımsız başladığı 4 büyük bölge var. Mezopotamya bize buğdayı verdi. Uzak Doğu bize pirinci verdi. Mezoamerika yani şu anki USA ve Meksika sınırı bölgeleri mısır, fasülye, kabak ve domatesi verdi. Güney Amerika patates, pamuk, yer fıstığı ve yüksek proteinli kinva gibi gıdaları verdi.

Resim libcom.org sitesinden alınmıştır

Bu 4 büyük yer dışında bir düzine kadar farklı yerde de tarım devrimi kısıtlı da olsa gelişti. Güneydoğu Asyada muz, Habeşistanda kahve, Amazonlarda ise ay çiçeği ve kasava gibi bitkilerin tarımının yapıldığını biliyoruz.

Mezoamerika – Su kaynaklarının çokluğuna dikkat edin

Pamuk ve yer fıstığı ise birbirinden bağımsız yerlerde aynı zamanlarda evcilleştirilerek tarımı yapıldı.

Bu arada bazı hayvanlar da tarım bölgelerine gelerek rızıklarını çıkartıyordu. Bazı kuşlar ve dört ayaklıların sürü halinde avlanması çok kolaydı. Hayvanlar da bu iki ayaklı seri katillerden pek tırsmıyordu. Bu şekilde avlanmak insanlar için oldukça sürdürülebilirdi. Tavuğu geyiği mevsiminde yiyorlardı. Sürü şeklinde hayvanları avlamak bir süre sonra sürüyü gütme olarak değişti. Hayvanlar da insanlara alıştı. Toplayıcılığın tarıma dönüşmesi gibi avcılık da sürü gütmeye dönüştü.

10bin sene evvel Mezopotamya’da koyun ve keçi ilk gerçek anlamda evcilleştirilmiş hayvanlardır. Peru’da ise lama ve alpaka türleri evcilleştirilmeye başlanmıştı. Avrupa ve Asya’nın kesişim yerlerinde ise inek türleri yavaş yavaş evcilleştirildiler. Elimizde o dönemlerde bu hayvanların sağıldığına ait bir veri yok. At ve eşşek ise 6bin yıl evvel evcilleştirildi. Daha akıllı ve fırsatçı olan köpek, domuz, kedi gibi hayvanlar ise zaten yerleşim bölgelerinin etrafında başından beri vardılar. Köpekler artıkları yerken kediler de yerleşkenin fare nüfusunu kontrol altında tutuyordu. Asya yağmur ormanlarının kuşu tavuklar hızlı bir şekilde evcilleştirildi. Meksika’da ise hindi türlerinin hayvancılığı yapıldı. Peru halkı ördek ve minik gine domuzlarını evcilleştirdi.

Görülüyorki Eski Dünya yani Mezopotamya ve Afrika ile Yeni Dünya yani Amerika kıtası karşılaştırıldığında Yeni Dünyanın et kaynaklarının fazla olmadığını anlıyoruz. Bu yüzden Yeni Dünya insanları bitkilere daha fazla ağırlık vermiş. Sadece Peru’da 40 çeşit bitkinin tarımı yapılıyordu.

Çiftçilik hızla ilerlerken halen daha avcı toplayıcı yaşayan kabileler ya öldürülmüş, ya sürülmüş ya da asimile edilmiştir.

Avcı toplayıcı kabilelerde egalitaryan bir sosyal yapı bulunurdu. Yani insanlar eşitti. Avcı yakaladığı avı bütün köy ile paylaşır ve prestijini arttırırdı. Liderlik ya ortak alınan bir kararla ya da yaptığı işlere göre kazanılıyordu. Bir lideri sevmeyen grup varsa, kabileden rahatça ayrılıp kendi kabilesini kuruyordu.

Bu şekilde oluşan küçük topluluklar genelde avcı toplayıcı olmakla beraber toprağı da ekip biçiyordu. Toprağın bir sahibi yoktu tanrıdlardan başka. Fazla üreten az üreten ile paylaşıyordu.

Tabii nüfus artmaya, köyler çoğalmaya başlayınca arazi de azaldı. Arazinin azalması keskin sınırları ve güçlendirilmiş kale tarzı yapıların ortaya çıkmasına neden oldu. Artık toprağa sahip olmak önemliydi.

10bin yıl evvel toplam dünya nüfusunun 3 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. 5000 yıl evvel artık tarım ana gıda kaynağı olmuşken ve Sümer ve Mısır uygarlıkları ortaya çıktığında 15 ile 20 milyon civarı nüfus tahmin ediliyor. Yani İstiklal Caddesine çıksanız tek insan siz olacaktınız.

Taş Devri çizgi filmini kim unutabilirki

Büyük uygarlıkların çıkışı da gıda güvenliği ile ilişkili. Yeterli gıdan varsa askerini, halkını, filozofunu iyi beslersin. Nüfusun büyür ve artık bir kabile olmaktan çıkıp bir uygarlık olma yolunda adımlar atarsın. Mimari, sanat, bilim ve toplumun her kadamesi ilerlemeye başlar. Zeka artar.

8000 yıl önce evcilleştirilen hayvanlar ve tarımı yapılan bitkiler bugün halen daha tarımını yaptığımız gıdalardır. 1960’lardaki yeşil devrim ve 1990’lardaki genetik mühendisliği çalışmaları ürünlerin tipini değiştirse de Taş Devrinin son günlerinde ortaya çıkan bu ürünler şu anda 6-7 milyar kişiyi doyurmakta ve yeni bir bitki veya hayvan türü eklenmemiş. Yani diyebilirizki çok kısıtlı sayıda ürünün tarımı yapılmakta.

İnsanlık bir kaç nişastalı yumru, mısır ve tavuk eti için çok geniş yelpazedeki beslenme alışkanlığını bırakmış; kolay olan, tarımı hızlı yapılan bitkilere ve hayvanlara yönelmiş. Nerede o eski ızgara mamut kaburgalar, gergedan filetolar, bizon ciğeri? Paleo diyeti yapmak ne kadar zor görüyorsunuz değil mi? Geçen gün mızrağımı okumu alıp hayvanat bahçesine gittim, kapıdan sokmadılar.

Bitkileri ve hayvanları evcilleştirdiğimiz gibi onlar da bizi evcilleştirdi. Bu bitkiler bize muhtaç biz de onlara. Toplum olarak açlık çekmek istemiyorsak tarımdan kaçış yok. Gerçi allah razı olsun yönetimden; şu an asgari ücretle çalışan herkes açlık sınırının çok altında zaten. Belki de avcı toplayıcı düzene geri döndüler, yoksa nasıl hayatlarını devam ettirecekler.

Avcı Toplayıcılığa geri dönen bir grup Kasımpaşalı 🙂 (Photo: Colin Hutton/Renegade/Channel 4)

Şu bir gerçekki tarım ve endüstrideki ilerleme dünyanın artık geri dönülmez biçimde dengesini bozdu. Son buzul çağından beri son 10bin yıldır öyle böyle iyi giden havalar artık yok. Son 25 yılda kutuplardaki buzulların çoğu eridi. Kuraklık ve sıcak hava dalgaları son 10 yılda tüm tahıl tarımını etkiledi.

Küresel ısınma zaten kötü bir olay ama daha da kötüsü dünyanın iklim dengelerinin bozulup terletici sıcakların ve dondurucu soğukların aynı ay içinde görülmesi olursa dünyanın her yerinde gıda üretimi tehlikeye girecektir ve bu da medeniyetlerin sonu demek oluyor. Bu olay buzul sondajlarında ortaya çıkmış bir bulgu yani daha önce paleolitik çağlarda yaşanmış. Etrafta avlayacak mamut da kalmadığı için durumumuz içler acısı olacak.

Görüyorsunuzki gıda güvenliği taş devrinden beri bir problem. Refah ve bolluğu genelde kıtlık ve salgın hastalık takip etmiş. Okuduğum kaynaklarda salgın hastalığı en iyi yöneten ve hızlıca çıkmayı başaran kavimler İnkalar ve Roma imparatorluğu olarak anılıyor. Çünkü bu kavimler çok iyi yönetiliyor, toprakları farklı iklimleri aynı anda barındıracak kadar büyük, depolama teknolojileri gelişmiş ve hem deniz hem kara ulaştırmacılığı yüksek hızda yapılabiliyor. Burada sistemin esnek olması ölçek ile ilgili. Permakültür kitabımda ölçek ile esnekliğin ilişkisini anlatmıştım.

Roma İmparatorluğunun genişlediği en büyük sınır. Yuh yani
İnka imparatorluğunun genişlediği en büyük sınır. Tanrılara insan kurban etme geleneği dışında iyi bir imparatorluk. Bir melek de çıkıp dememişki şu lamayı kes.

Gıda yetiştirmede o kadar hassas teknikler geliştirdik ve bitkileri de buna alıştırdıkki eğer mevsimler bu şekilde ısınmaya, dengesizlikler oluşmaya başlarsa bu sistemin aslında ne kadar sürdürülemez ve kırılgan olduğunun farkına varacağız fakat iş işten geçmiş, açlıktan ya ölmüş ya da yan köyün ambarını yağmalayan gruba katılmış olacaksınız. Valla benim Mad Max kostümüm hazır, gerisini siz düşünün.

Mad Max 2021 yılında geçiyor, bilin istedim. Henüz geç değil yani.

Çoğu hipotez de olsa, doğru olma ihtimalleri çok yüksek bu kadar konuyu niye anlattım?

Dünya üzerinde yaşayan toplumlar artık geri dönülemez biçimde insanlığın sonunu kesin olarak getirecek. Endüstri devrimi, petrol bazlı yakıtlar, kirlilik, monokültür tarım, makineleşme gibi bir dizi sözüm ona “ilerleme” sonumuz olacak.

Peki ne yapmalı? Bir mağaraya çoluk çocuk yerleşip avcı toplayıcı günlere geri dönemeyeceğimiz aşikar. Zaten benim hanım da istemez. Şimdiden bana kro diyor artık mağarada ne oluruz bilemiyorum. 🙂

Bilim de ilerledi. Her ne kadar din balçığı ile sıvansa da bilginin ışıkları sızıyor.

Çözüm bence permakültürde. Dünyaya itina, canlılara itina ve adil paylaşım. Bundan daha egalitaryan olamazdı herhalde.

Tavuğa, keçiye yabaniliklerini tekrar geri kazandırabilir miyiz? İnsan eli ile kurulmuş bir gıda ormanından, paleolitik çağlarda olduğu gibi toplayıcılık yapabilir miyiz? Bu gıda ormanlarında hayvan bakabilir miyiz? Evsel atıkları geri dönüştürebilir miyiz? Paraya olan bağımlılığımızı kırabilir miyiz? Mevcut bilgimizle doğamızı destekleyebilir miyiz? Doğayı desteklerken kendimiz ve içinde yaşadığımız toplum için gıda üretebilir miyiz?

Gıda üretimini genele yaymak, belli kaideler ile toprağa erişimin sağlanması, eğitimli (çiftçi 2.0 yazımdaki gibi) insanlarla bilimin ışığında fazla hata yapmadan herkes gıda üretmeli. Fazlalık paylaşılmalı, tohumlar ayrılmalı, kakalar gübre yapılmalı, çişler azot olmalı.

Bu acı sondan kurtulmamız mümkün ama toplumun genelinin yukarıda linkini verdiğim konuları uyguluyor olması gerek.

Kolay gelsin.

Posted in Permakültür, Türkçe and tagged , , , .

4 Comments

  1. Merhaba. Yazılarınızı severek okuyorum. Çoğu söylediğinize de katılıyorum. Ancak evrim ve din konusunda söylediğiniz bazı şeyler hoşuma gitmiyor açıkçası. En başta biz müslümanlar, insanların maymunsu bir canlıdan belirli bir süreç içinde evrildiğimize inanmazlar. Sebebiyse Hz. Adem’e inanmamızdır. Bu imanın yani inanmanın şartlarından biridir. İlk insan Hz. Adem’dir ve ona her şey öğretilmiştir. Ateşi de biliyordu, avlanmayı da, tarım yapmayı da, konuşmayı da. Biz insanlar hiçbir zaman bir hayvan gibi yerde sürünmedik. İslamiyet aslında evrime de karşı değildir. Evrim yani zamanla uyum sağlama elbette vardır. Yoksa siyah ten renkli insanlar nasıl var olacaktı?

    Bir diğer konu ise dinin, bilimin önüne geçtiğini ifade etmeniz. Din, bilimin önüne geçmez. Dini kullananlar bilimin önüne geçer. Maalesef din kötü amaçla kullanılabilirliği yüksek bir olgu. Aynı sevgi ve öfke gibi. Bunların da insanları yönetmek için kullanıldığını görebilirsiniz. Ama bu, sevgi ve öfke duygularını kötü yapmaz. Aynı bunun gibi dinin kullanılıyor olması gerçeği de dini kötü yapmaz. Aslında dinimiz her nerede olursa olsun bilimi bulup kullanmamız gerektiğini söyleyen, yani bizi bilim öğrenmeye yönlendiren bir dindir. Bir diğer nokta da şu: Ezbere annemizden, babamızdan ya da toplumdan öğrendiğimiz ahlak kurallarını sorgulamaya kalktığımızda, bizi tekrar yola getirecek tek şey gerçek adaleti sağlayacak olan bir yaratıcıya inanmamızdır, yoksa hesaba çekilmeyecek olsak bizi bir anlığına sinir eden bir insanı öldürmenin bile bize ne gibi bir zararı olacak?

  2. “yoksa hesaba çekilmeyecek olsak bizi bir anlığına sinir eden bir insanı öldürmenin bile bize ne gibi bir zararı olacak?”

    Bunu din istediği için yapmıyor olmanız ne kadar acı. Oysa “dürüstlük” bir insanda olması gereken bütün dini ve ahlaki öğretilerin üzerinde yer alır (kendine yapılmasını istediğin şeyi başkasına (canlıya) yap ya da kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına (canlıya) yapma).

    Umarım bir gün bunun farkına varırsınız.

    • Biraz anlam karmaşası oldu sanırım. “Kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri başkasına yapmamak”, “dürüstlük” ile değil “empati” ile ifade edilir. “Dürüstlük” de “empati”, “güvenilirlik” ve “cömertlik” gibi ahlaki değerlerden biridir. Bunların temeline inersek, ilk başlarda ailemiz ve çevremizden geldiklerini görürüz. Ancak sonrasında bu yeterli olmaz. Çünkü her insan hata yapabilir. Babamızın yalan söylediğine şahit olduğumuzda ondan aldığımız “dürüstlük” erdemi sorgulanabilir bir hale gelir. Bu durumda daha üstün bir “dürüstlük” olgusuna ihtiyaç duyarız. “Dürüstlük” nedir mesela? Yalan söylememek mi? Söylenebilecekler içinden sadece işimize geleni seçmek mi? Yoksa şeffaf olmak mı? Bunların herhangi birini “dürüstlük” sayabilecek insanlara rastlayabilirsiniz. “Dürüstlük” göreceli demek ki! O zaman gerçek “dürüstlük” nedir ve nerede bulunabilir?

  3. Dünyayı, içinde yaşan canlı cansız herşeyiyle tek bir organizma olarak görebilen ve bu sistemde yaşayan bir sinekle bir insanın eşit olduğunu, aralarında yaşam hakkı olarak hiçbir ayrım olmadığını kavrayan ve bu doğrultuda hayatını sürdüren her birey dürüsttür.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.